30 Ağustos 2018 Perşembe

EMRE AYDIN' IN AŞK VE SANATÇI OLUŞ HİKAYESİ

emre aydın hayat hikayesi
Emre Aydın ünlü olmadan önce, üniversitede bir kızla aşk yaşar.

Emre Aydın’ın ilk sevdiği kadındır.

Fakat her aşkta olduğu gibi, onların ilişkisinde de sorunlar vardır. Bir yandan şarkıcı olma hayali ve bu doğrultuda yaptığı çalışmalar bir taraftan da aşk ve okul hayatı…

Her üniversitelinin hemen hemen yaşadığı şeyler.

Amacı üniversiteden sonra sevdiği kadınla evlenip yuva kurmak sonra hayallerini kovalamak…

Ama kadın onu bırakıp başkasıyla evlenir okul biter bitmez.

Emre çok üzülür, günlerce üzüntüden dışarı bile çıkamaz.
Sonra herkes gibi ” terkedilmenin acısını hafifletmek için, zaten pek de mühim değildin benim için” der gibisinden şu satırları besteler.

”Git gideceksen bekleme,
farklı değilsin sende
Gideceksen bekleme..”

”Beş para eder mi varlığın ?
Ki yokluğun beni acıtsın ”

Ama içi içini yer Emre’nin…Her tartışmalarında Emre’ye, adam olmaz senden diyen sevgilisine yine besteyle cevap verir.

”Adam olmaz , dedin senden
Adam nedir , dedim içimden
Farketmezdi , değişseydim
Güvenseydim yada salıverseydim.”

Ve devam eder:

”Adam olmadı hala benden
Adam kölen olsun senin, ben olmam”

Aradan biraz zaman geçince ayrılığın ve yalnızlığın acısı Emre’yi sarmalar. İyice sevdiği kadından umudunu yitirince bu sefer sevdiği kadına bir gün pişman olacağını hatırlatır.

”Belki bir gün özlersin
Başka adamlarla
Başka şehirlerde ”

Bu da Emre’nin acısını dindirmez. Her besteden sonra başka bir besteyle ona seslenir. İçinde büyük bir yangın vardır, başka türlü dindiremiyor bu yangını.

İçine düştüğü girdapta boğuldukça boğulur. Onu ne kadar çok sevdiğini ve ne kadar çok özlediğini yazar bu sefer.

”Kapı çaldı, sen sandım, gördüm boşluğu aynada,
Bir şehir düştü, tam içimde özlemişim, anladım,
Biliyor musun ? Evimdin sen benim,
Ailemdin, nefesim, karanlıkta ellerimdin.”

”Mutlusun sen ben yokken, ben senin hiçbir şeyin,
Düşe kalka tutunurken, artık özlemek istemiyorum.”

Sevdiği kadının evliliğinden 2 yıl sonra Emre bu sefer bunları yazar ona:

”Evlenmişsin, nasıl oldu?
Bulabildin mi sonunda?
Hep anlattığın o meşhur huzuru”

Haberi yokmuş ve sonradan öğrenmiş gibi bir de bestesinde ”mış”ekini kullanır. Burada da gururunu düşünüyor, oysa işin gerçeği tam tersidir. Emre sevdiği kadının evlendiğini ilk başından biliyordur.

Ünlü olunca, hayatı değişir. Para, şöhret ve hayatına giren yeni kızlar ona her şeyi unutturur. Emre artık gününü gün ederken, her şeye sahipken, elini sallayıp ellisiyle birlikte olurken, bir gün huzurlu olmadığını fark-eder. Hiç kimsenin ve hiçbir şeyin üniversitede sevdiği o ilk aşkı kadar ona huzur vermediğini anlar.

Ve bunu da besteler.

”Hiç kimse olmadı senin gibi, olmayacak biliyorum”

Olmaz, olamaz…

Aşk karın doyurmaz belki, ama aşksız da huzur olmaz.

Savaş Yıldırak

Thomas Edison' u Dahi Yapan ANNESİ

anne hikayeleri
Thomas Edison bir gün eve geldiğinde annesine bir kağıt verdi ve “Bu kağıdı öğretmenim verdi ve sadece sana vermemi tembihledi” dedi. Annesi kağıdı gözyaşları içinde oğluna sesli olarak okudu: “Oğlunuz bir dahi. Bu okul onun için çok küçük ve onu eğitecek yeterlilikte öğretmenimiz yok. Lütfen onu kendiniz eğitin.” Aradan uzun yıllar geçtikten sonra Edison’un annesi vefat ettiğinde, o artık yüzyılın en büyük bilim adamlarından biriydi ve bir gün eski aile eşyalarını karıştırırken birden bir çekmecenin köşesinde katlı halde bir kağıt buldu ve alıp açtı. Kağıtta “Oğlunuz ‘şaşkın’ (akıl hastası) bir çocuktur. Artık kendisinin okulumuza gelmesine izin vermiyoruz…” yazılıydı. Edison saatlerce ağladıktan sonra günlüğüne şu satırları yazdı: “Thomas Alva Edison, kahraman bir anne tarafından, yüzyılın dahisi haline getirilmiş, ‘şaşkın’ bir çocuktu.”

SİNİRLENİNCE NEDEN BAĞIRIRIZ ?


öfkelenince neden bağırırız


SİNİRLENİNCE NEDEN BAĞIRIRIZ ?





Öfkelenince neden bağırırız ?
Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken Ganj nehri kenarında birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp “insanlar neden birbirlerine öfke ile bağırırlar?” diye sormuş. Öğrencilerden biri “çünkü sükûnetimizi kaybederiz” deyince ermiş “ama öfkelendiğimiz insan yanı başımızdayken neden bağırırız? O kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de aktarabilecekken niye bağırırız?” diye tekrar sormuş.

Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış: “İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu uzak mesafeden birbirlerinin kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.”

“Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirlerine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. Peki, iki insan birbirini daha da fazla severse ne olur? Artık konuşmazlar, sadece fısıldaşırlar çünkü kalpleri birbirlerine daha da yakınlaşmıştır. Artık bir süre sonra konuşmalarına bile gerek kalmaz, sadece birbirlerine bakmaları yeterli olur. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir.”

Daha sonra ermiş öğrencilerine bakarak şöyle devam etmiş: “Bu nedenle tartıştığınız zaman kalplerinizin arasına mesafe girmesine izin vermeyin. Aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun. Aksi takdirde mesafenin arttığı öyle bir gün gelir ki, geriye dönüp birbirinize yakınlaşacak yolu bulamayabilirsiniz.

28 Ağustos 2018 Salı

LİSELİ AŞK HİKAYESİ

lise aşkı hikayesi
Liseye daha yeni geçmiştim. Okulum çok güzeldi, yani onuncu sınıflar asla dokuzuncu sınıfları ezmezdi. Okulun ikinci gününden itibaren servisim ayarlanmıştı. Serviste herkes onuncu sınıftı. Sıcak kanlılardı, fakat içine kapanık birisi olduğum için onlara soğuk davrandım. Haliyle onlarda beni görmezden geldiler. Servisin ilk gününden itibaren tamı tamına bir ay boyunca bana bakan bir çocuk vardı. Güzel bir insan değildim, sivilcelerim ve kilolarım vardı. Onunda kiloları ve sivilceleri vardı fakat tam hayalimdeki insandı. Şuan suratınızın aldığı ifadeyi tahmin edebiliyorum. Ama birde şöyle düşünün; benim kilolarım varken, neden ondan fit bir vücut isteyeyim ki? Sivilcelerim varken neden ondan mükemmel bir cilt isteyeyim ki? Her şeyden ziyade, neden onu dış görünüşüne göre yargılayayım ki?O ne kadar kusursuz olmasa da çevresi genişti, ve dilese kolaylıkla kendine birisini bulabilirdi. Onuncu sınıftı.  Buna rağmen bana baktığı için amacının kötü olduğunu düşünmüştüm. Günlerce o bana bakardı, ben ‘’neden’’ diye düşünürdüm. Servisin birinci ayına vardığımda artık yalnız olmaktan sıkıldığımı fark ettim ve servisteki en sevecen kızla diyaloğa girdim. Bir hafta içerisinde beni de aralarına almışlardı. Bir gün yine serviste sohbet ederken o yanıma geldi ve; ‘’Abim sende ne çabuk alıştın.’’ dedi. Başımı öne eğip, gülmemek için ağzımı kapattım. Sonra; ‘’Benden sadece bir yaş büyüksün.’’ dedim. ‘’Tamam kardeşim.’’ dedi. Açıkçası biraz şaşırmıştım. Sonuçta bir ay boyunca bana bakınca bambaşka şeyler halay etmiştim fakat amacı kötü değildi belli ki. Üzerinden birkaç hafta geçmişti. Yine sohbetler, kahkahalar derken evimin bulunduğu sokağa girmiştik. Çantamı alıp ayağa kalktım ve benimle birlikte o da ayağa kalktı. ‘’İddiada kaybeden,’’ dedi ve gözlerimin içine uzun uzun bakıp, ‘’aşkta kazanırmış.’’ dedi. Sonra ortamı bozup, ‘’Bizde o da yok.’’ dedi. Sonra hiçbir şey olmadı ve indim. Ertesi gün yine sohbetler kahkahalar derken arkamda o oturuyormuş. Ve bir anda başımı kaldırınca oturduğum koltuğa kollarını yaslayıp beni izlediğini gördüm. Mest olmuş gibi bakıyordu. O kadar masum bakıyordu ki, gözlerimi ondan almak imkansızdı. O bakışların masumiyetini görünce onun bana kötü bir şey yapacağı düşüncesini silip attım. Ve her şey o an başladı. Küçük bir kartopunu karla dolu bir yokuştan aşağı iteklerseniz, yolun sonunda sizi kocaman bir kartopu bekler. Duygularımda tam anlamıyla böyleydi. O andan itibaren duygularım katlanarak büyümüştü. Kendime engel olamıyordum, kendimi onu sevmekten alıkoyamıyordum. Bir yıl boyunca bu böyle gitti. Yaz tatiline girmiştik. Üç ayım berbat geçmişti. Bütün günüm ağlamak ve burnumu silmek için mendil aramakla geçmişti. Çünkü 11 ve 12. sınıflar sabahçıydı. Yani onu bir daha görmem imkansızdı. Sonunda okullar açılınca alışmak zorunda olduğumu kabullenmiştim. Tamı tamına üç gün sonra ailem amcamın başına gelenlerden dolayı birkaç günlüğüne şehir dışına çıktılar. Bende anneannemle kalıyordum. Okulların açılmasından bir hafta sonra uyuyakalan anneannemin üstünü örtüp odama geçtim. Onun fotoğrafına bakıp birkaç gözyaşı döktüm ve yastığımın tersini çevirip uyumaya çalıştım. Saat gece 1.30 civarında telefonuma mesaj gelmişti. Mesaj sesiyle kolay kolay uyanacak birisi değildim ama onu düşünmekten hiç uyumamıştım ki. Mesaja bakmak için kalktım. Muhtemelen annemden gelmişti. Her gün amcamın durumunu bana aktarırdı. Fakat mesaj bilinmeyen bir numaradan gelmişti. ‘’Ekmek al.’’ yazıyordu. Aptal bir şaka olduğunu düşünüp yatağıma geri döndüm. Fakat birkaç dakika sonra tekrar mesaj geldi. Sinirle yerimden fırladım. ‘’Hadisene.’’ Sinirlenmiştim. Bu yüzden üzerime bir ceket alıp evimizin solunda duran bakkala yol aldım. Saçlarım rüzgardan dolayı bir sağa, bir sola uçuşuyordu. Bakkala bakınca kapalı olduğunu gördüm. Arkamı dönüp gidecekken önünde birisinin beklediğini gördüm. Uçuşan saçlarıma rağmen yüzünü ayırt edebiliyordum. Orada dikilen kişi, bana bir yıl boyunca bakan çocuktu. Beni gördüğü anda ayaklandı ve bana doğru gelmeye başladı. Sarı sokak lambasında bile parıl parıl parlayan kahverengi gözlerine baktım. Ne denilebilirdi ki? Aslında hiçbir şey söylemeyip sabaha kadar gözlerine bakmak isterdim. Ellerinin titrediğini fark etmiştim. Heyecanlı mıydı, yoksa üşüyor muydu? Sonunda sessizliği bozan o oldu. ‘’Günaydın.’’ Bir anda ortamdaki heyecanı silip süpürmüştü. Ufak çaplı bir kahkaha atınca o da bana katıldı ve doya doya güldük. Sonunda yine kabuklarımıza çekildiğimizde ‘’Yapamadım,’’ dedi ve ekledi, ‘’senden gidemedim.’’ Kozasından daha yeni çıkan kelebeklerin içimde kanat çırpışını duyabiliyordum. Sonra ne mi oldu? Yıllar böyle böyle geçti. Lise bitti, üniversite kazanıldı... Daha neler neler. Şimdi her gece yatmadan önce telefonuma ‘’günaydın’’ mesajı geliyor.    Velhasıl kelam, ümidinizi asla yitirmeyin. Elbette üzücü olaylarda olacak, fakat güzel şeyler olmayacak diye bir şey yok ki. Asla, ‘’asla’’ demeyin. Ve şunu unutmayın; ‘’Gecenin en karanlık olduğu an, şafağa en yakın zamandır.’’




Kaynak: https://xapelloli.tumblr.com/

DUMAN' IN SAHNEDEKİ AŞK HİKAYESİ

sahne hikayeleriDuman'ın solisti Kaan Tangöze 2002 yılında bir bar konserine gider. Konser öncesi 6 yıllık Türkiye güzeli sevgilisi Ahu ile kavga etmiştir. Kaan'ın hiç bir konserini kaçırmayan Ahu, o gece konsere gelmemiştir. Kaan'ın gözleri tüm gece Ahu'yu arar ve onu affetmesi için ona yazdığı tüm şarkıları ard arda okumaya başlar. Ah, Haberin yok ölüyorum, Köprüaltı, Senin gibi… Kaan'ın Bal şarkısını seslendirdiği sırada Ahu'nun kendisini odasında asarak intihar ettiği haberi gelir. Kaan o günden sonra 15 gün boyunca evden çıkmaz, Ahu'nun intihar ettiği evi ateşe verir ve bir daha asla Bal şarkısını seslendirmez. Bir gün bir açık hava konserinde seyircinin ‘Bal’ diye tempo tutmasının ardından Kaan, seyirciye arkasını dönerek gökyüzünü işaret eder ve son kez Bal şarkısını seslendirir. Arkasından 'Haberin Yok Ölüyorum’ parçasını da ağlayarak seslendirerek acısını hayranları önünde yaşar

27 Ağustos 2018 Pazartesi

ELMA ŞEKERİ AŞK HİKAYESİ ÇOCUKLUK AŞKI







ELMA ŞEKERİ AŞK HİKAYESİ - ÇOCUKLUK AŞKI

çocukluk aşkı ilk aşk öyküsü
Abinin biri vardı 40 yaşındaydı rakı masasında falan içerken elinde mutlaka bir fotoğraf olurdu, birkaç ay sonra bu abi vefat etti. Ailesi falan yoktu, evinde bir kutu çıktı. Kutunun içinde birkaç fotoğraf ve bir mektup vardı şey yazıyordu mektupta; "Hani sözümüz vardı birbirimize, elma şekeri yiyecektik birlikte. Öyle büyüyüp gidecektik, o kocaman lunaparklarda el ele dolaşacaktık. Hani hep derdin ya, saçlarını koklayıp yıldızları saymak istiyorum diye. Bir gün yapacağız." mektubun yanında küçük bir kağıt vardı orda yazan cümle şu anki içtiğim rakıya sebep. 'Bana bir sözün vardı ya Züleyha, 11 yaşında vermiştin ellerimi tutarken. Seninle yaşlanmak istiyorum, öleceksem seninle olsun istiyorum, bak bana söz ver eğer ben ölürsem 41 seneden evvel yanıma gelme, sen ölürsen de ben gelmeyeceğim. Neden 41 dediğimde, baban ve annenin 41 yaşında öldüğünü söylemiştin demiştin ya hani. İşte sen beni bıraktın ve gittin. Ben bugün 41 oluyorum. Bak şimdi babanın ve annenin öldüğü yaştayım Züleyha'm, yanında yer ayır kollarına geliyorum." başka kelama lüzum yok. Şerefine Süleyman abi, şerefine Züleyha abla, şerefinize içiyorum...

Kaynak: http://siirselutopya.tumblr.com/

38 SENELİK DERİN AŞK HİKAYESİ

Geçenlerde okuldan çıktım keyfim bozuktu, bi banka oturdum evin oralarda müzik falan dinliyordum. O sırada abinin biri geldi, anason kokusundan anladım birinin geldiğini, sağlam içmişti. Oturdu yanıma, baktım bir şeyler konuşuyor kulaklığı çıkardım selam falan verdim. Muhabbet ettik biraz adı Abdullah'mış 30'larının sonunda bi abiydi, dışardan görsen içtiğine inanmazsın öyle bir adamdı. “Abi niye içtin, hayırdır anlat istersen.” falan dedim. Anladım gene aşk mevzusu, dedim hayırlısı. Adam da sarhoş olunca başladı anlatmaya…

Bir kadın var, bak bu öyle sıradan biri değil. Tanıdığım en güçlü kadın, bu kadınla uzun zamandır yaşıyoruz. İsmi yok bu kadının, soyutlanmış birisi, hayalim yani. 38 senedir beklediğim biri diyeyim gerisini sen anla. Bakma öyle, “Ruh hastası değilim, sadece hayallerimle yaşıyorum ve hayalimdeki kadını hiçbir bedende bulamıyorum.” benim sevgim taparcasına anlayacağın. Hiçbir kadın kaldıramıyor bunu, ya da ben fazla abartıyordum. Bak bir şair vardı, Ümit Yaşar Oğuzcan'dı herhalde, biliyorsundur muhtemelen. Bu adam gibi benim sevgim, fakat ben onun gibi şiir yazamıyorum, süslü cümleler kuramıyorum en fazla sarılırım. Bak bu hayalimdeki kadın işte, kimsenin kaldıramayacağını düşündüğüm sevgiyi kaldıran kadın. Onunla tanıştım bir ay önce, kafenin birinde görüştüm o gün, aynı günün akşamında barın birinde karşılaştım onunla. Dikkatimi çekti güzel ve alımlıydı, dudakları dolgundu, kumral saçları vardı uzun uzun, teni biraz kavruktu ve gülümsemesiyle ortaya çıkan mükemmel bir gamzesi vardı. Etkilenmiştim, yanına gidip oturdum birkaç bira ısmarladım sonra o bana ısmarladı derken kafamız hafiften çakır olmaya başladı. O anlattı ben dinledim, ben anlattım o dinledi. Benim kadın halimdi büsbütün gösterdi kendini, barın kapanma saatine doğru evine davet etti içmeye devam edelim, sohbet edelim falan dedi. İşim yoktu gittim. Yolda sordum, bira falan alalım mı diye, “Gerek yok gel” dedi. Vardık evine, 5. katta oturuyormuş, girdik kapıdan içeri salonu gösterdi “Otur sen, ben geliyorum” dedi. Evin her yanı kitaptı ve bu kitaplar aptal aptal yazarlara ait değildi, Oğuz ATAY, Sabahattin Ali, hatta inanır mısın Ümit Yaşar OĞUZCAN bile vardı hemde kitaplar ilk basımdı. İsmini bilmediğim bu kadına hayranlık duymaya başladım, kitaplara biraz daha bakıp oturdum koltuğa. O da geldi zaten 5 tane 6'lı bira kutusu biraz çerez getirdi, muhabbet ortamı anlayacağın. Konuştuk öyle kendinden bahsetti, soyutlaşmış birisini yaratmıştım ben zihnimde ve o düşüncelerimin somutlaşmış bir haliydi. Hayranlığım farklı bir noktaya çıktı ona karşı, sevgiye dönüştü, sanırsam aşık olmaya başlamıştım, o anlatıyor ben dinliyordum. Bak sana yemin ederim günlerce konuşsun dinlerdim, sesinde bir şey vardı sanki anlam veremediğim bir sihir… Biralar bitti muhabbet bitmedi, kalktım kahve yaptım içtik, kalktı çay koydu 5 demlik çay içtik. İnan bana muhabbet ettiğimiz sırada aklımda onunla yatma gibi bir fikir oluşmadı, gecenin sonunda yatmadık da zaten. Ancak muhabbeti bile beni baştan çıkarmaya yetmişti…

Sabah koltukta uyandım, burnuma yumurta kokusu geliyordu ve şey kızarmış ekmek kokuyordu. Biraz şaşkındım, hiç tanımadığım, adını bilmediğim bir kadınla sabaha kadar içtik ve sabah bana kahvaltı hazırlıyordu. Gittim yanına günaydınlar muhabbeti falan yaptık, kaçta kalktığını sordum, uyumadığını söyledi. Biraz fazla açık sözlüydü “Sabaha kadar beni izlemiş” öyle dedi. Gülümsedim, kahvaltıya oturduk ismini sordum “İsmimin önemi yok, istersen Begüm, istersen Cansu, istersen Aysu, istesen Müjgan…” dedi. Pekala diyebildim ve kahvaltıyı yaptık. Dışarı çıkacağını, anahtarı kitaplığa koyduğunu söyledi. Şaşkın bir ifadeyle tamam dedim, akşama kadar kitap okudum ev kütüphane gibiydi, diğer bir deyişle cennete düşmüş gibiydim. Akşam saat 8 civarında kapı çaldı, açtığımda kimse yoktu aşağıya baktığımda bir mektup gördüm, siyah bir zarf içinde bir mektup. Mektubu alıp kapıyı kapattım. Hazır çay koymuştum içerken mektubu okumaya başladım.

“Abdullah öncelikle gizemli davrandığım için üzgünüm, ama korktum anlamanı beklemiyorum. Ben Mısra, fazla kurcalama beynini lisedeki o sessiz kızım ben. Bundan tam 21 sene önce tanışmıştık senden, 19.03.1997 yılında yani. Hatırlıyor musun ben sana hoşlandığımı söylemiştim, sen de bana hissiz biri olduğunu söylemiştin. Ah, ne yıllardı değil mi? Ben 21 senedir seni izliyorum, takip ediyorum. Hayatını uzaktan uzaktan izledim hep, yanına gelmeye korktum, çekindim işin açıkçası. Normalde de gelmeyecektim zaten, ancak doktorum rahatsızlandığımı söyledi, ölüm tarihimi falan söyledi. Yani sen bunları okurken ben muhtemelen ölmüş olacağım, dün gece için yaşadım ben hayatımı. Seninle oturup birkaç kadeh şey içmek için bir ömür sürdüm. Oldu da teşekkür ediyorum sana, mutlu ölmeme sebep olduğun için.

Dipnot: Bu ev ve adreste yazılı kütüphanenin tapusu vs aktarım işlemleri için avukatıma gerekli yetkiyi verdim. Hepsi sana ait, binlerce kitap. Benim hayattaki tek varlığım bunlar ve artık onlar senindir.

İlk aşkım, sevgilerimle Mısra…”

Adam bunu anlattıktan gözleri doldu gitti, hiç bir bok anlamadım niye böyle yaptı, neden gitti? Tek bildiğim at gözlüğüyle bakmamak gerekiyor hayata, mutluluk bizi bir yerlerde izliyor olabilir. Kaldırıp kafanızı bakın, mutluluğunuzu çöpe atmayın…


Kaynak: http://siirselutopya.tumblr.com/

Emel SAYIN Anlatıyor KEMAL SUNAL HİKAYESİ


Emel SAYIN Anlatıyor KEMAL SUNAL HİKAYESİ


emel sayın anlatıyor



Emel Sayın anlatıyor;

O zamanlar tığ gibi delikanlı, cepte para çok. Oyuncu bir de, Mavi Boncuk filmini çekiyoruz.

Bir gün setten çıktık eve gidiyoruz.

Ben Lalelide oturuyorum.

Kemal, benden önce çıktı.

Herkes yevmiyesini almış, taksiyle giden gitti, kendi arabasıyla giden gitti.

Ben baktım ki Kemal yürüyerek gidiyor; üç kilometre var gideceği yere. Her gün yürüyerek gidip geliyor.

Merak ettim, nereye gidiyor bu adam böyle diye.

Uzun süre yürüdü, sonra bir bankta bir adam yatıyordu.

Kaldırdı adamı, bir şeyler konuştular, sonra cebinden para çıkarıp verdi. Şaşırmıştım.

Sonra biraz daha ilerde bir lokantaya girdi, bir şey yemeden çıktı, oraya da para verdiğini görmüştüm…

Bıraktım takibi, banktaki adama yaklaştım: ‘tanıyor musunuz o az önce size para veren adamı?’ dedim.

‘Adını bilmem, sormam da, her gün para verir bana..’ dedi.

Teşekkür ettim.

Az ilerdeki lokantaya gittim: 'Az önce gelen beyin borcu mu var size?’ dedim. Tanımadılar beni: 'Kemal Abinin mi, yok hayır bize her gün evsizler uğrar, yemek yediririz, o da sağ olsun, onların yemek masrafını öder…’ dedi..

Ertesi gün Kemal'in yanına gittim.

'Sen ne güzel bir adamsın ya..’

dedim, ne olduğunu anlayamadı, sarıldım ağladım..

'Ölme sen benden önce..’ dedim, ama dinletemedim…

26 Ağustos 2018 Pazar

Bir Bağımlının İntihar Mektubu

bir müptezelin günlüğü

Bir kaç gün önce yaşadığımız bir olayı aktaracağım arkadaşlar. Kadıköy de, çok sevdiğimiz dostlarımızla beraber oturduğumuz bi mekan vardı. Nerdeyse her hafta buluşuruz birlikte çeşitli şekillerde eğlenirdik. Grubumuzda bir çift vardı. Geri kalan hepimiz sallantıda olan şeylere ilişki diyorduk. Hepimizin ailevi sorunları vardı. Bütün bi arkadaş grubunun tamamının ailevi sorunları vardı. İnanılır şey değil ama bu gerçek. Neyse yine buluşmuştuk sonuç itibari ile, Grubumuzda yaş kısıtlaması gibi saçma bişey yoktu. 16 yaşında insanlar da vardı, 20 yaşında insanlarda. Ve hiç birimiz birbirimizin arkasından olur olmaz konuşmuyorduk. Bunu biliyorduk hepimiz. Buna inanıyorduk. Hepimiz birbirimize gerçekten bağlıydık. Birimiz hariç. Dediğim gibi hepimizin ailevi sorunları çalkantılarla dolu sosyal yaşantıları vardı ama yalnızca aramızda bir kişinin herşeyi yolundaydı. Her konuda istediği gibi davranıyor, istediği şeyi yapıyor, istediği yere istediği zaman gidebiliyordu.Kimseye karşı bir sorumluluğu yoktu. kimseye boyun eğmezdi. Kimseye hiç bir şey için hesap vermek zorunda hissetmezdi. Hepimiz onu çok seviyorduk ama o buna inanmıyordu. Kendini bu dostluğa layık göremiyordu. Sevgimiz ona kendini yalnız hissettiriyordu. Bazen sırf bu yüzden bize kötü davranmaya, bizi hayatından çıkartmaya çalışıyordu. Kafasının içinde sesler olduğunu söylemişti bir keresinde ama grubun keyfi yerinde olduğu için hiç birimiz umursamamıştık bu söylediğini. Gülüp geçmiştik. O öylesine boş veriyordu ki, neredeyse grubumuzun siktir etmişi gibiydi. Bu sıfatı hak ediyordu. Hiç bir şeyi kafasına takmazdı. Yediği dayaklari, duyduğu hakaretleri, içtiği uyuşturucuyu, mahvolmuş ciğerlerini, kırık el kemiklerini, sevilmemeyi, hor görülen olmayı. Hiç birseyi. Umursamazdı. O gün yine hep beraber oturup sohbet ederken grubu tamamen sessizliğe davet etti ve bir konuşma yapmak istediğini söyledi. Masaya bir kağıt bıraktı. Ben bitirince açıp okuyun dedi. Hepimiz kafalarımızı sallayarak onay verdik. Hatta bunu söylerken o kadar ciddiydi ki yan masada oturan bazı kişilerin bile dikkati bizim masamıza kaymıştı. Bakışların odak noktası olmayı sevmediği için sesi ilk andaki gibi yüksek ve gür çıkmıyordu artık. Usulca anlatıyordu. Ne anlattığını duymuyorduk. Ortam sesi onun sesini bastırıyor, yok ediyordu. Bağırarak anlatacağı şeyleri fisildayarak konuşuyordu. Beş dakika geçmeden herkes onun birsey anlattığını unutup kendi arasındaki konuşmasına geri döndü. Çifte kumrular öpüşüyordu. Masanın kenarında sahnedeki solisti dinleyip hüzünlenen bi kaç kişi vardı. Elinde telefonla sosyal sitelerde gezenlerimiz vardı. Ve bütün hepsinden kopmuş. Dertlerini fisildayarak anlatmaya çalışan o vardı. Hiç susmadi. Şarkı çaldı, o konuştu. Sigarası bitti, başkasına yaktırdı. Bir ara herkesten soyutlanip onu gerçekten dinlemek istediğimi fark ettim ve masaya dirseklerimi koyup çenemi avuçiçime dayadım. Kafamı kaldırıp ona baktım ve o anda sustuğunu gördüm. Bi anda göz göze gelmiştik ve o susmuştu. O susunca ve devamlı birşeyler anlatır gibi hareket eden elleri iki yanına düşünce bütün masa ona döndü tekrar. Hepimizin gözlerine tek tek baktı. Hiçbirimize dokunmadan hepimize birer tokat attı. Haklıydı. Hiçbirimiz umursamadık o anda onun söylediklerini. Ne olduklarını bile merak etmedik. O an anladım kötü birşey olduğunu. Gözlerimin içine baktığı zaman içimde hissettigim o buruk, biçare, babasız çocuk hüznü onu anlamamı sağladı. O bugün bize veda etmeye gelmişti yada artık veda zamanı geçmişti. Derken sesi yükseldi. O kadar ki tam on masa ilerde oturan yaşlı kadın bile sesi duyup arkasına döndü. Bize baktı. Mahcubiyet ile başlarımızı sallayarak af diledik ve ona bakmaya devam ettik. Küfür ediyordu. Ağız dolusu küfürler ediyordu. Onu susturmaya, yerine oturtmaya çalıştık ilk önce. Başaramadık ve onu kapıya çıkarmaya karar verdik. Soğuk hava ona iyi gelir diye düşündük ancak dışarıda da bize olan öfkesi dinmedi. Elini iki beline koydu. Bacaklarinin birini titretmeyi kesti. Dişlerini sıkmayı bıraktı. Gülümsedi. Dişlerinin gıcırtısı yüzünden dişlerim kamaştı ama ona yapma diyemedim. Öylesine şairâne dikeliyordu ki; bu adamın bir portresi yapılmalı diye düşünüyordum tüm bu olanlara rağmen. Sigarasından bir duman daha aldı. Nefesini verdi. Sigaranı rastgele salladı ve sokağın kenarında ki kaldırıma oturdu. Ona bakıyordum. Yanına yaklaştım. Ne olduğunu neden böyle yaptığını sordum. Cevap vermedi. ‘’Derdin ne lan’’ dedim. ‘Lan’ denilmesinden nefret ettiğini bile bile bunu bile denemiştim. Ona baktım. O kadar uzun süre baktım ki epey sonra daha fazla dayanamayıp konuştu. “Bakma öyle bana. Benim beynimde kokain var, şimdi onu çekiyorum” Dedi. Bi kere daha sustu sonra. Hiç konuşmadık. Ben ona birşey söylemedim. Gruptan kimse kalmadı o soğukta onunla. Oturdu. Onun önünde dikelip onu bekledim. Çok bekledim onu. Ne derdi varsa anlatsın isterdim ama onun lugatında dert anlatmak yoktu. En azından duyulacak şekilde anlatmak yoktu. Belkide son defa birilerinin onu dinlediğini düşünüp anlattı birşeyleri. Onda da biz ihanet ettik ona. “Kalk içeri gidelim artık. Bizi merak ederler” dedim. ‘’-Etseler gelir bakarlar.’’ Kaldırımdan hiç kalkmadan konuşmaya devam etti. Kendi kendine mırıldanmaya başladı. “Benim kumbaram da üç lira seksen dört kuruş vardı. -Çıktım o parayla yoluna girdim.- Bir lirayı sana gelirken harcadım. Bi liraya seni beklerken sigara aldım. Bi lira sizin sokakta, gece vakti dayak yerken çalındı. Benim senden girmeye yetecek param kalmadı.” Yaklaşık bir saat kırk beş dakika bunu tekrarladı. O süre boyunca oturduğumuz mekanda actırdığımız votkadan bikaç sek almak için aşağıya inişlerim hariç onun başından hiç ayrılamadım. Ona üzülüyordum ama daha çok onun bu haline endişeleniyordum. Kendine zarar vereceğini düşünmekten kendimi alıkoyamıyordum. ‘’Hadi artık içeri girebiliriz, ben hazırım’’ Sigarasını iki parmağı arasından hızlıca fırlattı ve yerde sektirdi. Içeriye girdiğimiz zaman bizim masanın iyice kendini kaybettiğini gördük. Masanın başında olan kanepelere oturduk, o geriye yaslandı ben ona yaslandım. Dışarıdan birisi bu hareketlerimizde art niyet araya bilirdi ama bizi herkes bilirdi. Biz sevgililik gibi aptal bir şey ile bu dostluk bağlarını kaybetmezdik. Bişey söylemek istediğini söyleyerek doğruldu; bana baktı ve gülümsedi. Masaya uzandı küllüğü önüne çekti, gömlek cebinden sigara çıkarttı, sağına soluna bakındı. Çakmak arıyor gibiydi. Elini arkasına attı ve tuttuğu şeyi şakağına dayadı. Çakmak zannedip Önemsemediğim o şeyin tabanca oluşu soğuk duş etkisi yaratmıştı üzerimde ve şu anda olanaksız denilen şey oluyordu. En ‘’vurdum’duymazımız’’ en ‘’boşvermişimiz’’ En ‘’güçlümüz’’ nispet yapar gibi, gözlerimizin içine baka baka gülümseyerek, intihar ediyordu. Daha biz ne oluyor, yapma sakın! diyemeden, “bari şu boku okusaydınız ulan…"dedi ve gözlerindeki buğulanmayı silip tetiğe asıldı.Kafasında bi delik ve o delikten sızan dumanla elimin altında kalmıştı. masada duran başına dokunmak için elimi uzattım ama çığlıkla ayağa kalkıp bağırmaya başladım. Okan’ın elimi tutup beni kendine bastırışı yüzünden onu bi daha göremedim. Çok istedim ama ölü bedenine dokunmama kimse izin vermedi. Buna polis memurları intihar vakası dedi, telsizlerinden anons ederlerken bu terimi kullanmaları o kadar gücüme gitti ki, daha fazla dayanamayıp o intihar etmedi diyerek biraz ötede dikelip telsizden anons geçen polislerden birine koştum. ‘’-Birşey itiraf etmem gerekiyor. +Seni dinliyorum küçüğüm! -O zannettiğiniz gibi intihar etmedi. Onu biz öldürdük. +Silahın tetiğine siz mi bastınız? Onu siz mi vurdunuz? -Hayır, ruhen yani. Bu da bi çeşit cinayet değil midir ? +Sanmıyorum.’’ Okan tekrar yanıma geldi. ‘’Hadi seni eve bırakalım, bizde eve geçeceğiz’’ dedi ve kolumdan tutup zorla yürütmeye başladı.  Başından masaya dağılan ve yerdeki kirli, kül dökülmüş parkelere damlayan kanlar, gözümün önünden gitmiyordu. Bundan kurtulamıyordum. Uykularım. Öfke nöbetlerim. İnsanlara olan nefretim. Haddimi aşmıştı. Bu bedene sığamıyordum. O görüntüler küçük gözlerimde büyüyordu. Kabuslarım oluyordu. Vaveylalarımı anneme bile duyuramıyordum. Bundan kurtulamıyordum. Herkes hayatına devam etmişti. Ben o masada oturup elimi onun başına uzattığım anda tutsak kalmıştım. Ona dokunamamıştım. Bütün bu olaylardan üç ay kadar sonra annesi beni aradı. Benimle konuşmak istediğini, bana çok önemli birşey vermesi gerektiğini söyledi. Özel olduğunu diğerlerine söylememem için benden söz istedi. Bi salı akşamı iş çıkışı gidip annesiyle birer bardak Türk Kahvesi içtik ve bana vermek istediği şeyin ne olduğunu -güçte olsa- sordum. Bana o gün masa da duran mektubun temize çekilmiş bir kopyasını verdi. Önce ne olduğunu anlamadım ve bu kağıdın ne olduğunu sordum. Yanıt vermemiş olması, kağıdın ne olduğunu anlamama yardım etti. Bu sükunet hayra alamet olamaz diye düşündüm. Az önce bir anne, dünyadaki en sevdiği insanın, oğlunun intihar mektubunu, hiç tanımadığı birine emanet etmişti. Biraz bakakaldım, elimdeki katlanmış kağıt parçasına. Üzerinde bir kaç damla kurumuş gözyaşı olduğu belliydi. Acaba onun bu mektubu ağlayarak mı yazdığını düşündüm. Ama bu fikirden çabucak uzaklaştırdım kendimi çünkü o kibirli, bencil, gözü kara, yeterince vazgeçmiş biriydi. Son sigaranı içerken bile ağlamayan biri, intihar mektubu yazarken nasıl ağlayabilirdi ki… Kesinlikle bu gözyaşları annesine aitti. Kafamı kaldırıp mahcup gözlerle annesinin gözlerine baktım. Ağlamaktan şişmiş gözleri, öfke krizleri sonrası gelen uyku ve geceleri yaka silktiren uykusuzluk yüzünden oluşmuş kan canagi göz içleriyle beni süzüyordu. "Oku. Sana yazmış bu mektubu. Bana değil.” Bi annenin ağzından çıkabilecek en ağır cümleler bunlardır her halde diye düşündüm kendi kendime. -Düşünün ki oğlunuz intihar etmiş ve ortada bir mektup var. Ama bu mektupta size yer yok. Bu çok başka bir cinayet çeşididir.- Katlı kağıdı açtım ve okumaya başladım. Daha ilk cümleyi bitirmeden gözlerim dolmuş, dizlerimin bağı çözülmüş, nefesim alış verişi kesmişti. Burnumun üzerinde bir yanma hissiyle okumaya devam ettim.

“Sevgilim Ceren.’ Diye başlayan bir intihar mektubu bırakıyorum sana. Beş yıldır söylemek istediğim cümleyi gittikten sonra duy istiyorum.

Kendini suçlama, bu gece beni dinlemeyeceğinizi adım gibi biliyorum ama bu gece size intihar edeceğimi itiraf edeceğim. Beni dinlerseniz bunda ne kadar ciddi olduğumu yarın sabah dokuz suların da annemden gelen bi telefonla öğrenebilirsiniz. Ama bahsimi dinlemeyecegğinize oynuyorum. Dinlemezseniz, orda oturup sigaramı yakmak için Çakmak aradığım bi anda hepinizin gözlerinin içine bakarak yapacağım bunu. Beni dinlemediginiz için şimdiden teşekkür ediyorum. Annemin beni o halde görmesini hiç istemezdim.

Ceren, bu mektup herkesten çok sana.

Bana mağaralar ve karanlık,
Sana papatyadan taçlar ve Güneş.

Bana küfürler ve yalan,
Sana gûfteler ve şiir.

Bana çivi yatakları, 
Sana güzel dudaklar,

Bana tenhalar ve kavga.
Sana istiklal ve Dağlar.

Ah! Bu dünyanın seni sevişi.
Nasıl bir yangınsın ulan.

İçim alevler içindeyken,
Gözümün önünde donarak ölen ben”


kaynak: https://hakankavak.tumblr.com/

Padişah İle İhtiyar Adam Arasında Kıssadan Hisse


kıssadan hisse hikayesi
Resim yazısı ekle


Soğuk bir kış günü padişah, tebdil-i kıyafet ederek yanına başvezirini alıp şöyle bir gezmek vatandaşlarını görmek maksadıyla yola çıkmış. Bir dere kenarında çalışan yaşlı bir adam görmüşler. Adam elindeki derileri suya sokup, döverek tabaklıyormuş.

Padişah, ihtiyarı selamlamış: “Selamunaleykum ey pir’i fani…”

İhtiyar : “Aleykumselam ey serdar’i cihan…”

Padişah sormuş: “Altılarda ne yaptın?”

İhtiyar : “Altıya altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor…”

Padişah gene sormuş: “Geceleri kalkmadın mı?”

İhtiyar : “Kalktık… Lakin, ellere yaradı…”

Padişah gülmüş: “Bir kaz göndersem yolar mısın?”

İhtiyar : “Hem de ciyaklatmadan…”

Padişahla başvezir adamın yanından ayrılıp yola koyulmuşlar.

Padişah başvezire dönmüş: “Ne konuştuğumuzu anladın mı?”

Başvezir : “Hayır padişahım…” demiş.

Padişah sinirlenmiş: “Bu akşama kadar ne konuştuğumuzu anlamazsan kelleni alırım.” Demiş.

Korkuya kapılan başvezir, padişahı saraya bıraktıktan sonra telaşla dere kenarına dönmüş. Bakmış adam hala orada çalışıyor.

Başvezir ihtiyara : “Ne konuştunuz siz padişahla…” demiş.

Adam, başveziri şöyle bir süzmüş: “Kusura bakma. Bedava söyleyemem. Ver bir yüz altın söyleyeyim.” Demiş.

Kellesinden korkan Başvezir, yüz altını hemen vermiş ve “Sen padişahı, serdar-ı cihan, diye selamladın. Nereden anladın padişah olduğunu.” Diye sormuş.

İhtiyar : “Ben dericiyim. Onun sırtındaki kürkü padişahtan başkası giyemezdi.” Demiş.

Vezir kafasını kaşımış ve “Peki, altılara altı katmayınca, otuz ikiye yetmiyor ne demek?…”

İhtiyar adam, bu soruya cevap vermek için de bir yüz altın daha almış ve “Padişah, altı aylık yaz döneminde çalışmadın mı ki, kış günü çalışıyorsun, diye sordu. Ben de, yalnızca altı Ay yaz değil, altı ay da kış çalışmazsak, yemek bulamıyoruz dedim.”

Vezir bir soru daha sormuş… “Geceleri kalkmadın mı ne demek?”

Adam bir yüz altın daha almış ve “Çocukların yok mu diye sordu… Var, ama hepsi kız. Evlendiler, başkasına yaradılar, dedim…”

Vezir gene kafasını sallamış ve ” Sana bir kaz göndersem yolarmısın dedi, o ne demek…”

İhtiyar adam gülmüş ve “Onu da sen bul…” demiş

Adam Olacak Çocuk Hikayesi


ADAM OLACAK ÇOCUK 


fatih sultan mehmetin hikayesi


Şehzade Alaaddin Çelebi’nin vefatına Sultan II. Murat Çok üzülmüştü. Balkan ülkeleri ile on yıl süre ile aralarında sürecek anlaşmaları sağlayarak devlet işlerindeki görevlerini 12 yaşındaki oğlu Sultan Mehmet’e bırakarak Manisa ya çekilmeye karar verdi. Bu gelişmeler ise Macar kralı olan Ladislas için mükemmel kaçırılmaz bir fırsat oldu.



Hemen kötü niyeti ile Osmanlı ile yapmış olduğu anlaşmayı bozarak savaş hazırlıklarına başladı. Haçlı ordusu ise Kasım ayının dokuzuncu günü gibi Varna Şehrine girmeyi başardılar. Bu arada müttefikler ordusunu savaş için hazırlıklara başladığı haberini aldılar. Haberi alır almaz Osmanlı ordusu da harekete geçerek hemen harp meclisi kurdular. Bu arada da Mecliste II. Murad’a mektup yazılmasını gerek olduğu kararına vardılar. Mektupta Sultan Murad’a tahta çıkması istenmiştir.Sultan Mehmet te kendisine gelen mektuba cevabı şöyle oldu. Oğlumuza hilafet makamımızı devretmek maksadımız bundan sonra istirahat etmemizdir. Padişahlık kendisine lazımsa eğer din ve devleti kendisi korusun Sultan Mehmet ise babasına cevabı şu olmuştur. Cihan pehlivanının tahtını başına gelip sahip çıkarak düşmana ders vermesi bundan sonra farz olmuştur. Eğer padişah biz isek padişah olarak ordunun başına geçmeni emrediyorum diye yazdı.

Padişah emrine uymak üzerinize elzemdir! Diye cevap yazmıştır. Bu güzel emir ile Sultan Murat ordusunun başına geçerek Haçlıları Kosava da büyük bir yenilgiye uğratarak tarih kitaplarına altın bir sayfa olarak eklettirdi. 12 yaşında padişah olan Sultan Mehmet 21 yaşında da İstanbul’u fethettikten sonra Fatih unvanının aldı.

24 Ağustos 2018 Cuma

Çocuk Asker - Bir Kahramanlık Öyküsü

Çocuk Asker - Bir Kahramanlık Öyküsü

kahramanlık hikayesi


Minik elleriyle, çeliğin soğuk yüzünü taşıyan silahını temizlemeye çalışıyordu. O küçücük parmakları tüfeği zor kavrıyordu. Tüfek neredeyse kendi boyundaydı. Omzuna takınca, tüfek mi büyük yoksa kendisi mi küçük belli değil, tüfeği omuzundayken silah büyüyor kendisi ise küçülüyor gibiydi. Tüfek omuzundayken görenler böyle zannediyordu. Çünkü tüfek, omuzlarından ta ayaklarına kadar sarkıyor, yürürken tüfeği neredeyse yerde süründü sürünecek. Artık ne kadar çocuk ve küçük olduğunu siz tahmin edin.

Köyde arkadaşlarıyla oynarken tellalın seferberlik ilanını duyar duymaz hiç vakit kaybetmeden askeriyeye koşar. Duymuş ki: ‘Düşman vatan kapılarına dayanmış işgal edecekler. Vatan, bayrak, din, namus ayaklar altına alınıp çiğnenecek.’ Artık durur muydu, vatan işgal edilecek. Aç, susuz yaşana bilinir fakat vatansız asla yaşanılmazdı. Bu sebeple kendini askere kaydını yaptırır. Onu hemen Çanakkale cephesine gönderirler.

Cepheye geldiğinde herkes şaşkın bir şekilde ‘Bu çocuğun burada ne işi var.’ diyorlardı. O kadar küçüktü ki kendisine uyacak bir askeri elbise bulamadılar. Kendi elbiseleriyle yani sivil kıyafetle ortalıklarda dolaşıyordu. Bu kadar küçük birisinin askerde olmasıyla insanın hayrete düşmemesi imkânsızdı.

Bu sebeple O’nu ismiyle değil ‘Çocuk’ diye sesleniyorlar, çağırıyorlardı. Tüm ordugâhta nam salmış, Çocuk yukarı, Çocuk aşağı. Cesareti ve o küçük yaşına rağmen olgunluğu askerleri cesaretlendiriyordu. Komutanların bize emanet, aman bir şey olmasın diye üzerine titremelerine rağmen O, cephede ön saflarda asker abileri ve amcalarıyla birlikte savaşmak için can atıyordu.

Silahı kendisinden büyük olmasına rağmen canından, bedeninden bir parçaymış gibi sahipleniyor. Gözünün önünden hiç ayırmıyor. Bakımını hiç aksatmadan tas tamam yapardı. Askerler, savaş hafifleyip dinlenmeye çekildiğinde eşlerine, nişanlılarına, yavuklularına, ana ve babalarına mektup yazarlar, eşlerinin, yavuklularının oyalı mendillerini okşarlar, koklarlar hasret giderirlerdi. Bizim çocuk asker ise, hayatındaki tek kadın, canı, kanı olan anasının kendisini uğurlarken eline tutuşturduğu sade mendili cebinden çıkarır anasının sıcacık kucağını hatırlar. O’nun yumuşacık başını okşayıp yavrum demesini gözlerinin önüne getirir ve kalbi hüzünlenir, gözleri buğulanır, anasının pişirdiği bir tas çorba burnunda tüter, arkadaşlarıyla oynadıkları oyunun hasretini çeker. Tam gözyaşları akarken birden kendini toparlar ve kendine şöyle der.

‘Kendine gel, sen şu an bir süt kuzusu gibi ananın kucağında olursan, bu vatanı kim koruyacak. Düşmanı vatanından kovarsan köyünde bu hasret çektiklerinle ebedi yaşayacaksın. Onun için metin ol. Sen bir askersin, millet senden vatanı korumanı bekliyor.’

Fakat kendisi halen ağzı süt kokacak, bir süt kuzusu, anasının biricik körpesi ve daha oyun çocuğu denecek kadar ufaktı. Ufak olmasına ufaktı fakat büyümüş de küçülmüştü. Vatanın düşmanlar tarafından sarılması, bayrak, din namusun çiğnenecek olması O’nu büyütmüş, o ufacık bedenine ağır bir yük, sorumluluk yüklemişti. Bu da onu olgunlaştırmış bir yetişkin haline sokmuştu.

Evet, ufaktı daha çocuktu. Ağzı süt kokuyor denilen yaştaydı. Bir yavuklu edinecek arkasında anasından başka bir bekleyeni olacak bir sevdiği aşığı yoktu. Tek aşkı o küçücük yüreğini dolduran vatan aşkıydı.

Günler böyle geçerken bir istirahat anında anasının sade mendilini eline almış üzerindeki tozları siliyor ve anasını hatırlayıp ağladı ağlayacak haldeyken birden taarruz, hücum emri verildi. Hemen minik parmaklarıyla tüfeğini kaptı ve hücuma katıldı. Bir elinde anasının mendili bir elinde silah koşuyordu. Koştukça coşuyor, coştukça da en ön saflara ilerliyordu. Yanındaki asker abilerinin yaralanıp düşmelerine veya şehit olmalarına aldırmıyor. Onların yerini dolduruyordu. Bu hengâmede hain bir kurşun bizim Çocuk Askerimizin tam göğsüne, kalbine saplanır. Bir anda duraklar, gözleri kararır ve olduğu yere yığılır kalır.

Çarpışma bitmiş, yaralılar ve şehitler arasında dolaşanlar gördüklerine inanamıyor ve hayretler içinde kalıyorlardı. Bir çocuk göğsünü elindeki mendiliyle sımsıkı bastırıyor ve bir elinde de sımsıkı tutulmuş bir silah hiç elinden bırakmıyor. Gözleri açık tebessüm bir çehre ile ufka birine bakar bir vaziyette. Kim elinden silahı almaya çalışsa alamıyordu. Bu bizim Çocuk Askerden başkası değildi.

Mesut AKDAĞ

Estergon

Estergon - Kahramanlık Hikayesi

estergon hikayesi oku


Hani “İçim geçmiş.” denir ya… İşte ben de öyleyim şimdi… Etrafımdaki konuşmaları sanki çok uzaktan gelir gibi dinliyorum… Birileri “Hadi ama Seher uyan, az kaldı.” diyor. Nereye az kalmıştı? Ve ben neredeydim?
Yaklaşık bir haftadır yollardaydık. Sürenin kısıtlı olmasından dolayı, elimizden geldiğince fazla yer görmeye çalışıyorduk. En son hatırladığım başımı cama yasladığımdı… Evet aynı yerdeydim… Gözlerimi açtığımda otobüsteki bir arkadaşım, elime bir bardak sıcak kahve verdi. İlk birkaç yudumdan sonra biraz daha kendime geldim.

Slovakya’dan Macaristan’a doğru gidiyoruz. Schengen vizesinin güzelliği… Bir ülkeden diğerine sanki bir mahalleden başka bir mahalleye geçer gibi geçebiliyorsunuz. Ama ülke dediğime bakmayın. Bu ülke dediklerimin üçünü beşini toplasınız bizim güzeller güzeli İstanbulumuz kadar bile etmezler. Hazır konu açılmışken şu Schengen vizesi denilen şeyden de bahsetmek isterim.

Schengen, aslında küçük bir köy. Lüksemburg, Almanya ve Fransa sınırlarının kesiştiği noktada Lüksemburg sınırları içinde bulunuyor. Moselle Nehri’nin hemen kıyısında kurulmuş. “Peki buranın önemi ne?” derseniz, hemen açıklayayım. Küçük olan bu köyde, Moselle Nehri’nde betondan yapılmış bir tekne var. Üye ülkeler burada Avrupa Birliği vize sisteminin temeli olan Schengen Antlaşması’nı imzalamışlar.  Dolayısıyla da ortak kullanılan bu vize sistemi ismini bu bölgeden almış.

Neyse konumuza dönelim. Ben ne anlatıyordum, evet en son Slovakya topraklarındaydım… Devam edeyim… Şimdi üzerinden geçtiğim nehir; adı güzel, kendi güzel Tuna Nehri ve köprünün adı ise Maria Valeria…

İşte bu köprü beni Estergon Kalesi’ne ulaştıracak…

İsmi bize hiç yabancı gelmeyen bu kale için nice marşlar yazılmış, filmler çekilmiş. Bir dönem Yeşilçam filmlerine epey bir konu olmuş. Ama beni esas buralara getiren sebep, atalarımın izinden gitmek isteyişim. Orta Asya’dan önce Anadolu’ya sonra da Avrupa’nın kalbine kadar ilerleyen atalarımın ayak bastığı topraklara ben de adım atmak istedim. Unutmadan bir bilgi daha vereyim: Estergon aslında Macaristan’ın ilk başkentiymiş.

Buraya benim gibi Slovakya üzerinden gelebileceğiniz gibi, Macaristan’da konaklayıp şimdiki başkent Budapeşte’den otobüsle de ulaşabilirsiniz. Tuna Nehri’nde seyahat eden teknelerle de buraya ulaşım mümkün. Anlayacağınız ulaşım çok kolay. Ama küçük bir hatırlatma; Macarlar, İngilizce falan bilmiyorlar. Yani iletişim biraz zor.

Otobüsten indikten sonra epey bir merdiven tırmanıyoruz. Ama ilk anda kaşımıza çıkan, ön tarafında bol bol sütun bulunan bir kilise. Bu şehir aslında Macaristan’ın sadece eski başkenti değil aynı zamanda din merkeziymiş. Ve şu anda önünde durduğumuz bu kilise de ülkenin en büyük, Avrupa’nın ise üçüncü büyük kilisesiymiş. Osmanlı 1500’lü yıllarda burayı alınca bu bazilikayı camiye çevirmiş. Daha sonra Hrıstiyanlar tarafından tekrar kiliseye dönüştürülmüş.

Bizi esas ilgilendiren Estergon Kalesi olduğu için o tarafa doğru yöneliyoruz. Etrafında büyük bir bahçe var. Kalenin şimdilerde ahşap olan kapısına doğru yürümeye başlıyorum. Geniş kapıdan içeri giriyorum. Ama Yeşilçam filmlerinden alışık olduğumuz eski bir kale yapısı yok. Sanki her şey yeni yapılmış gibi. Kale kapısının içinden geçince yemyeşil çimlendirilmiş büyük bir avlu bizi karşılıyor. Avluda eski bir iki tane top ve yemek yapımı için kullanılan ocak var. Burası bir kale değil de sanki butik bir otelin bahçesi gibi duruyor.

Bir an duraksadığımı itiraf etmem lazım. Benim hayallerini kurduğum, nice şehit verdiğimiz, kılıç seslerinin duvarlarında yankılandığı, şanlı bayrağımızın dalgalandığı ve ihtişamlı tarihimizde özel bir yere sahip olan Estergon Kalesi’ni bu hâlde görmek beni üzdü. Ama yine de burada olmak, buranın havasını solumak iyi geliyor. Bir anlık duraksamadan sonra dolaşmaya başlıyorum. Ön avludan sonra arka tarafı da dolaşıyoruz. Arka taraf dediğim, Tuna Nehri’ne bakan kısım. Yani tam karşımızda Slovakya… Oradan bakarken yanıma, benim gibi sırt çantasıyla gezen 60’lı yaşlarda bir Türk yaklaşıyor. Ve bana “Aşağıdaki şu küçük binayı görüyor musun?” diyor. Dikkatle baktığımda minaresi yarı beline kadar yıkık, küçük bir cami görüyorum. Şimdilerde TİKA tarafından onarılıyor…”  Bir anda Estergon Kalesi’ni ilk gördüğüm anki hayal kırıklığı azalıyor. Ve tatlı bir ümit kaplıyor içimi. “Camimiz onarılıyor.” diyorum. “Camimiz onarılıyor.” Yanımda duran amcaya teşekkür etmek için döndüğümde onun gittiğini fark ediyorum. Sağa sola bakınıyorum, göremiyorum. Ama yüzümde hafif bir tebessümle Tuna’nın kenarındaki bu camiye bakıyorum.

Birden gözümde o koskoca Osmanlı ordusu canlanıyor. Kanuni Sultan Süleyman, Buda ve Peşte topraklarını almış, Estergon’a doğru ilerliyor. Atların nal seslerini ve Yeniçerilerin toprağa basarken “Allah Allah” deyişlerini duyuyorum… Batılıların tabiriyle Muhteşem Süleyman, bu kaleyi on iki günde almış. 150 yıl boyunca Osmanlı’nın egemenliğinde kalan bu kalenin neden bu kadar önemli olduğunu da söylemeden geçmeyeyim. Bu kale, Osmanlı’nın Viyana kuşatması için gerekliymiş…

Gelelim tekrar kaleye… Kalenin içinde gezebilmek için aslında iki farklı rota var. Biri yürüyüş biletli, diğeri rehber biletli. Yürüyüş bileti ile sadece ana açık alana, kalıntıların olduğu bir mahzene ve silah salonuna girebiliyorsunuz. Rehberli turla ise kaledeki farklı diğer yerleri de gezebiliyorsunuz. Ücretleri biraz farklı. Seçim size ait tabii.

Eğer vaktiniz varsa bazilikanın üst tarafında bulunan, kahve içebileceğiniz bir mekân da var. Buradan Tuna Nehri’ni, Estergon’u ve Slovakya’yı epey bir yukardan görebilirsiniz. Kale bölgesini gezdikten sonra biz Estergon’dan hemen ayrılmak istemedik. Araçların park edildiği yönün tam tersine doğru küçük ve güzel bir patikadan manzarayı seyrede seyrede merkeze indik. Bu patikanın sonu bizi küçük küçük renkli evlerin olduğu bir sokağa ulaştırdı.

Ama ne derler bilirsiniz, “Güzel zamanlar çabuk bitermiş.” Bizim için de öyle oldu. Budapeşte’ye doğru yola çıkmadan evvel, tekrar Slovakya’ya geçip karşı kıyıdan Estergon Kalesi’nin bir fotoğrafını çekelim istedik. Kale, uzaktan daha bir güzel görünüyordu. Bu topraklarda canlarını veren şehitlerimiz için dua ettikten sonra Budapeşte’ye doğru yola revan olduk. Bazen sen yolunu bulursun, bazen de yol seni bulurmuş. Herhalde bu sefer ikisi aynı anda olmuştu.

Uzun zamandır görmediğim bir dosttan ayrılır gibiydim. Gönlüm bu topraklarda, bedenim ise yine yollarda… Yeni yerlere doğru adım adım uzaklaştım Estergon’dan…

Yazan  Seher Meriç
http://www.diyanetdergi.com – YOLGEZERİN NOTLARI

Warren Buffett' ın Hayat Hikayesi - Kısa Özet

Warren Buffett, dünyanın en zengin ve en başarılı yatırımcılarından biridir. Ancak onun hikayesi, sadece bir milyarderin hikayesi değildir. ...